Cevap: yorumsuz 2 nci bölüm
	
	
	
		
		
		
		
	
	
	
	
	
		
		
		
		
	
	
	
	
	
		
		
		
		
	
	
	
	
	
		
		
		
		
	
	
	
	
	
		
		
		
		
	
	
	
	
	
		
		
		
		
	
	
Petroglif,  esas itibarıyla taş üzerine yapılan oyma anlamına  gelmektedir. Bu  kelimeyi karşılamak için Türkiye Türkçesinde kaya  üstü tasvirler,  kaya üzerine levhalar, kaya resimleri, taş  oymaları... gibi kavram  işaretleri de kullanılmaktadır. Oyma,  dövme, kazıma ve boyama  teknikleriyle taşlara, kayalara ve   mağaralara  işlenen petroglifler, bulundukları yerleri âdeta müzeye  çevirmekte ve  konunun uzmanlarınca ait oldukları devrin ifade  vasıtası, iletişim  aracı, hatta yazısı olarak  nitelendirilmektedir.
 
 Asyadan  Avrupaya birçok kıtada bugün farklı dönemlerde farklı Türk  boyları  tarafından vücuda getirilmiş petroglifler bulunmaktadır. Büyük  bölümü  yazının bulunuşundan önceki dönemlere (Mezolitik ve Neolitik  dönemlere)  ait olan bu eserler, tıpkı yazıtlar, dikili ve damgalı  taşlar,  kurganlar, anıt mezarlar, heykeller, balballar, süs ve kullanım   eşyaları... gibi eski Türk kültür ve medeniyetinin en değerli maddî   varlıkları içinde yer alır. Zira bu eserler, Türk yaşayış ve inanışı   hakkında derin izler taşımakta; Türk kültür ve medeniyetinin özellikle   Saka, Hun, Avar, Kırgız, Köktürk ve Uygur dönemlerine ait birçok   bilinmezinin aydınlatılmasına ışık tutmaktadır. Türklere ait   petroglifler,genelde insanın doğayla, evrenle ve Tanrıyla ilişkisini   ana çizgilerle (grafiksel ögelerle) ifade eder. İnsanın Tanrıyla ve   kutsal sayılan varlıklarla ilişkisi grafiksel ögelerle (tasvirlerle)   ifade edilirken, büyük ölçüde, Türk boylarınca olağanüstü (mitolojik)   özelliklere sahip olduğuna inanılan evrendeki varlıkların (güneşin,   ayın) ve hayvanların (geyiklerin, dağ keçilerinin / tekelerin,   kurtların, atların, kartalların, yılanların) tasvirlerinden   yararlanılmıştır.İnsanın Tanrıya yakarışını ve bağlılığını bildiren   tasvirlerde genelde şamanların, kamların (sonraki dönemlerde Budist ve   Maniheist rahiplerin), kağanların veya kumandanların (buyrukların,   sübaşılarının, süvarilerin) ön plânda yer aldıkları dikkati çeker. Dinî   ve ritüel içerikli petroglifLerin yanında günlük hayatı, av ve savaş   sahnelerini, sıradan olayları konu alan petroglifler de oldukça   fazladır. Söz konusu petrogliflerin her iki türü de birçok yönüyle Türk   resim ve minyatür sanatına da esas teşkil etmiştir. Dağlar, tarihin her   döneminde Türk boylarının kutsal sayıp hem dinî duygularını ifade   ettikleri hem Tanrı'ya yakardıkları, hem de ölülerini yaktıkları   mekânlar olmuştur. Bu yüzden de Türk boylarına ait dinî ve ritüel   nitelikli petrogliflerin ilk örneklerine genelde (bugün Doğu Türkistan,   Moğolistan, Tuva, Altay, Hakasya, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan,   Türkmenistan... cumhuriyetleri sınırları içindeki) dağlarda (Altay,   Deel, Sayan, Pamir, Tanrı dağlarında...), yüksek tepelerde   rastlanmaktadır. Eski Türk devletlerinin ve imparatorluklarının sahip   oldukları topraklar genişledikçe ve diğer milletlerle sosyokültürel   ilişkileri arttıkça petrogliflerin vücuda getirildikleri alanlar hem   dağlarla, tepelerle sınırlı kalmaz hem de Avrupanın içlerine kadar   uzanır. Nitekim Azerbaycanda, Türkiyede (özellikle Doğu ve Güneydoğu   Anadolu bölgelerinde), Afganistanda, İranda, Irakta, Suriyede,   Ukraynada, Bulgaristanda, Yunanistanda, Macaristanda, Fransada...   bulunan petroglifler de bunu açıkça göstermektedir.
 
 Farklı Türk  boylarına ait petrogliflerin binlerce kilometre mesafedeki  bölgelere  taşınmasında / görülmesinde Türk akınlarının, egemenleğinin  yanı sıra  İpek Yolunun ve göçlerin de rolü büyüktür. Aralarında  binlerce  kilometre mesafe bulunan ve birbirlerinden tamamen farklı  coğrafî  özellikler arz eden bölgelerde vücuda getirilmiş olsalar da   petrogliflerin hem yapım teknikleri, üslûp özellikleri ve ifade   ettikleri anlamlar, hem bunların içinde zaman zaman rastlanan damgalar   ve yazıtlar hem de bölgedeki arkeolojik bulgu ve belgeler bu eserlerin   aynı duygu ve düşüncenin ürünü olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
  
 Türk boylarına ait Asya ve Avrupadaki petrogliflerin bir kısmı üzerinde   Türk, Moğol, Rus, Alman, İngiliz, Amerikalı, Belçikalı ve Koreli...   bilim adamları tarafından araştırma ve incelemeler yapılmış; kitaplar   yayımlanmıştır.
 
 .Ancak yapılan çalışmaların pek çoğunda kaya  üstü tasvirlerin Türk  Milleti'ne ait olduğu gerçeği sürekli göz ardı  edilmiş; bunların  tarihlendirilmeleri, sınıflandırılmaları ve  anlamlandırılmaları da  ayrıntılı bir şekilde yapılıp incelenmemiştir.  Türklerin yaşayış ve  inanışları, dünya görüşleri, sanat ve estetik  anlayışları ile ilgili  önemli bilgileri / mesajları binlerce yıl  sonrasına taşıyan  petroglifler, yalnız Türk boylarının kültür ve  medeniyetleri hakkında  değil; bulundukları bölgelerin tarihî coğrafî  özellikleri, bu  bölgelerde daha önce yaşayan canlılar ve doğal hayat  hakkında da  değerli bilgiler sunmaktadır. Ancak petroglifler bütün bu  önemlerine  (Türk tarihinin, kültürünün ve medeniyetinin binlerce yıllık  geçmişe,  gelişmişliğe ve köklülüğe sahip olduğuna tanıklık etmelerine)  rağmen,  hem yeterince araştırılıp incelenmemiş; hem de gerekli şekilde   korunmamışlardır. İnsanlık tarihi bakımın dan da herbiri hazine niteliği   taşıyan petrogliflerin bulundukları bölgelerde uluslararası   anlaşmalarla koruma altına alınmaları; ilgili bilim adamlarının   (paleografların, antropologların, etnografların, halkbilimcilerin...)   işbirliğiyle araştırılıp incelenmeleri ivedilikle sağlanmalıdır.
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
Halaç  Türklerinin kültürü, Marquart'ın tâbiri ile "esrar tabakalarına   bürünmüş Oğuz tarihine" ışık tutar.Çünkü Kasgarî'den  (Kaşgarlı Mahmut)   öğrendiğimize göre Halaç veya Türkmen ile Oğuz birbirine çok yakındır.   
 
 "Halaç Ordu" yazılı parada inciler veya sikkelerden oluşan bir   çerçevede, hükümdar başı tasvir edilmiştir. Hükümdarın saçları Batı Türk   Kağanı gibi T'ung Yabgu gibi, uzundur. Elmacık kemikleri çıkık gözleri   badem şeklindedir.Kaşları çatıktır.Eski Türkler gibi bıyıklı   gözükmektedir. Bu yüz 40- 50 yaşlarında sert ve kararlı ifadeli bir   adamı tasvir eder.
 
 Penci-Kent'te (Panjakent, Tacikistan)  bulunan erken resimlerde  bulunan, kol kavuşturmak, Türk kuşağı, Orta  Asya kadın elbiseleri, Türk  kültürünün bir tezahürüdür.  
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
Karadeniz'in  kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan Kuman-Kıpçaklar ile bu  coğrafyada  hakimiyet mücadelesine girişen ve kuvvetli bir devlet olma  yolunda  ilerleyen Ruslar yaklaşık iki buçuk asır süren bir komşuluk  münasebeti  içerisinde bulunmuşlardır. Özellikle Ruslar 1054 tarihinden  itibaren  güney bozkırlarını tamamen Kumanlar' a  terk etmek zorunda  kalmışlardır. Ruslar kendileri için en amansız düşman  olarak gördükleri  Kumanları bir yandan küstürmemek için dostluklarını  kazanmaya  çalışmışlar, diğer yandan da bu güçlü kavme karşı ellerindeki  bütün  imkanları seferber etmişlerdir. Küstürmeme sebepleri ise  aralarındaki  iç çekişmelerde daima onların yardımına müracaat etmiş  olmalarıdır.  1054'den 1250'kadar süren bu dönemde Kumanlar birkaç savaş  istisna  genelde Rusları yenmişlerdir. Kumanların aleyhlerine  ilerlemeleri ve  topraklarını almaları Rusları onlara karşı bazı  tedbirler almaya sevk  etmiştir.Bu tedbirlerin başında da Rus  knyazlarının birleşerek hareket  etmeleridir. Rusların birleşerek yenmiş  oldukları savaşlardan biri de  1184'de yapılan savaştır. Ancak bu savaşa  isteyerek katılmayan  Novgorod-Seversk Knyazı İgor Svyatoslaviç kazanılan  bu başarıyı  kıskanarak, böyle bir zaferi kendisi de 1185 tarihinde  yaşamak  istemiştir. Ancak Kumanlar 1184'de hazırlıksız yakalandıkları  Ruslara  bu sefer fırsat vermemişler, İgor'u ve Rusları darmadağan  etmişlerdir.  İşte İgor destanı bu seferi konu alır ve milli Rus  edebiyatının ilk  örneği olarak kabul edilir. Destanın orijinalliği  konusunda Rusya'da  oldukça ilmi tartışmalar yaşanmıştır ancak ilim  adamları hadiseye hep  Ruslar açısından bakmışlar ve öyle de  değerlendirmişlerdir. Ancak  destanın Kumanlar için de iki büyük bir  önemi vardır. Birincisi  Kumanların Ruslar üzerindeki etkisini açıkça  göstermesi, ikincisi de  böyle bir destanla Kuman adının ve gücünün  asırlara taşınması yani  Kuman gücünün ebedileştirmesidir.
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
İskit Türklerinde Yazı 
 
 Çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön Asyaya da giderek orada   belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotosun bahsettiği gerekse Sus   ve çevresinde bulunmuş olan çivi yazılı metinlere dayanarak Andreas   David Mordtmannın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta   Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ   VII. yüzyılın başlarında Asur  İmparatorluğu sınırına kadar ulaşan  İskitlerin 290 MÖ IV. yüzyılın  başlarında hâlâ Anadolunun doğu  kesiminde bir güç olarak bulunmaları291  onların çivi yazısı kültür  sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını  göstermek bakımından büyük  önem taşır. 
 
 Bilim âleminde çivi  yazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında  Sumerliler tarafından  icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara  kadar sürdürmüştür.292 Bu  yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak Anadolu,  İran ve Yunanistana kadar  yayılmıştır. İskitler Ön Asyaya doğru  yöneldiklerinde bu yazı  Asurlular, Persler ve Urartulular tarafından  kullanılmaktaydı. Yani  İskitler çivi yazısı kültür sahasına girmişler  ve bu sahanın odak  noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.  
 
  İskitlerin çivi yazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre   kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Susta   bulunan yazıların, hakiki manada Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann    tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor   diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır.293   Bu metinler bize onların çivi yazısını öğrendiklerini ve bu kültür   sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir. 
 
  Kazakistanda Alma-Ata yakınında Esik Kurganında bulunan runik yazı  da  büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan   edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın üzerine sonradan   yazıldığını ileri sürmüştür.294 Bu görüşü savunanların karşısında   Türkologlar, bu yazının Orhun-Yenisey tipinde olup Eski Türkçe olduğunu,   Altay dilleri grubuna dâhil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile   yazılmış olduğunu ileri sürmektedir.295 
 
 Esik Kurganından  çıkarılan horizontal yazı yirmi altı harften  oluşmakta ve Orhon-Yenisey  yazılarını hatırlatmaktadır.296 Bu yazı önce  de üzerinde durduğumuz  üzere, Süleymanov tarafından Hanın oğlu  yirmi-üç yaşında yok oldu  (Halkın?) adı sanı da yok oldu şeklinde  gönümüz Türkçesine  aktarılmıştır.(
   )297 Yine ona göre burada kullanılan yirmi altı harf Göktürk   metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup kullanılan   kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir.298 
 
 Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik   kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ V-IV. yüzyıllara   tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı   üzerinde tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda   sağdan sola beyaz maral yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki   runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu   belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve   Kazakistandaki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolundaki   önce ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya   koymuştur.299 İskitler çivi yazısı kültür sahasına ulaşıp İrandan   Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet   kurdukları zaman zarfında çivi yazısını öğrenmişlerdir. Bunu açık bir   şekilde Susta bulunmuş olan çivi yazılı metinler göstermektedir.   Buradan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması   ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çivi yazısını   öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Esik Kurganından   bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve   daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Esik   Kurganında bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve   şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle   karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek Esik Kurganında   bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul   edilmiştir.
 
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
KUMAN KİTABINDA TÜRKLER
 
 Pompeji Trogi'nin epimatoru Justinus, İskitlerin özellikle   Mısırlılardan daha eski olduğunu şu şekilde belirtti: Her ne kadar   İskitler ve Mısırlılar arasında soyun eskiliği konusunda çok uzun bir   çekişme olmuşsa da İskitlerin soyu en eski olmuştur. Mısırlılar üstün   olmalarına rağmen, İskitlerin her zaman daha eski olduğu görüldü. Artık   belgelerin bolluğu İskitlerin kolektif  adının farklı Türk soylarını  içerdiğini açıkça gösteriyor. Eski yazarlar  Massagetler, Alanlar,  Sakalar ve Partlara, İskitler diyorlardı. Son  zamanlarda Grek  yazarları onların açıkça Türk olduğunu söylüyor.  Theophanus Byzantinus,  Perslerin kendi dillerinde Kermichionlar  dedikleri Massagetlerin  Türkler olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ammianus  Marcellinus, Alanların  Massagetlerden türemiş olduğunu açıkça şöyle  ifade etti: Alanlar  dağların adından bu adı almışlardır. Strabon'un  Massagetlere benzer  zikrettiği Sakalar, bir zamanlar Oxus ve Jaxartes  arasındaki bu  bölgelerde ikamet ediyorlardı. Bütün zaman boyunca Türk  insanlarının  ele geçirmiş oldukları bu bölgeleri tutmuş oldukları  biliniyor.  Gallia'nın önde gelen öğreticisi Guiardus de Lauduno, XIII.  yüzyılın  başında Partların bu zamanın Türkleriyle, halklarının  karakterleri  nedeniyle en iyi şekilde bir araya geldiğini "Çünkü kökleri  Türk  olanlar, eski adı dolayısıyla Partlar'dır." diyerek belirtti.  Burada  Part krallarının kolektif adının Arsak (Romalılar arasında  Arsac-es) ve  Massagetlerin etnik adında (Mas-sag) Saca-rum'un (Saklar)  eski adının  (Grekler arasında Sakai) kuşkuya yer bırakmamış olduğunu  gözlemliyorum.  Sak, Saka oriental Türk sözünün sağ, akıllı, yetenekli,  ileri görüşlü  anlamına gelen kelimelerle aynı olduğu görülür.
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
Genellikle  Attila isminin Volga nehrinin bir diğer adı olan  İtil-Etilden geldiği  düşünülmüştür. Ayrıca Göktürk Türkçesindeki  Attay= "şöhretli İmparator"  ile de bağlantı kurulmuştur. F. Altheim,  Attila kelimesinin aslının  Ata-la olduğunu ve "benim atam, atacık"  manalarına geldiğini  söylemiştir. Bunların yanında Gy. Németh ayrı bir  bakış açısı  getirerek Attilanın olgunluk çağı ismi olduğunu,  gençliğinde ise başka  bir ad taşımış olabileceğini ifade etmiştir ki,  bu eski Türk ad verme  geleneğine de uygundur. Attila, şahıs isminin  ötesinde belki de Hun  hükümdarının unvanıdır. En son olarak O. Pritsak  ise ismin Türkçe  olduğunu ve Es-til-ä ~ As-til-ä ~ At-til-a = Attila  şekliyle "Büyük  deniz, okyanus" veya "her şeye gücü yeten hükümdar"  manalarına
 geldiğini söylemiştir.
 
 Allahın kamçısı (Flagellum Dei) ve günaha batan hristiyanları   cezalandırmak gayesi ile Allahın göndermiş olduğuna inanılan Attilanın   fiziksek özelliklerine, şahsiyetine dair Jordanes ve Priskosda şu   bilgiler verilmiştir: "Kavimlerin sarsılması, bütün dünyanın korkması   için doğmuş bir adam; hakkında yayılan korkunç haberler nedeniyle   herkesin kendisinden korktuğu kişi idi. Kibirle iki kat yürür, gözleri   ışık saçar, gururlu gücünü vücudunun hareketleriyle de hissettirirdi.   Savaşı herşeyden çok sevmesine rağmen düşünerek hareket eder, bir çok   şeyi aklıyla başarırdı. Kendisinden aman dileyenlere merhamet gösterir   ve kendine sadık olanlara karşı çok
 lütuf gösterirdi. Kısa boylu,  geniş omuzlu idi. Seyrek sakalı  beyazlamıştı. Akıllı ve kurnazdı. Tehdit  ettiği yerin dışında başka bir  yerden saldırırdı "...bize ve diğer  barbarlara çok tatlı ve leziz  yemekler getirildi. Diğer İskitlere ve  bize gümüş tabaklarda, Attila'ya  ise tahta tabakta et getirmişlerdi. Her  cihette mutedil ve kanaatkâr  idi. Misafirlere altın ve gümüş kadehler  verdiği halde onun kadehi  tahtadan idi. Sırtındaki elbiseleri,  ayakkabıları, kılıcının kabzası ve  atının takımları askerlerininkinden  hiç de farklı değildi. Buna karşı  diğer İskit komutanlarının bu eşyaları  altın ve kıymetli taşlarla  süslü, göz kamaştırıcı idi. Kendisininki  böyle değildi. Yalnız  diğerlerinden daha temiz idi".
	
	
	
		
		
		
		
	
	
		 
	 
Kazım  Mirşan'a göre Türk tarihin  30 bin yıl öncesine kadar gidiyor.   Kameraman Tamer Bolu şu bilgiyi veriyor:Ersin Alok bize bir tespitini   anlattı. Kaya resimlerinin bulunduğu alanlarda çok sert granit taşlara   rastladığını söyledi. Ona göre bu resimler taşı taşa vurarak çizildi.   Karbon testi yapacak hiçbir organik kalıntı yok. Dolayısıyla yazıların   gerçek yaşı tespit edilemiyor. Kaya resimlerinin binlerce yıl içinde   oluştuğu ve her neslin anıt mezar olarak seçilmiş kayalık bölgeye, kendi   döneminin olaylarını resimlerle kazdığı anlaşılıyor. Yani tek dönemde   yapılmış değiller. İlk resimle son resim arasında binlerce yıl var.   Ersin Alokun verdiği bilgiye göre Alman araştırmacılar, Hakkarideki   Gevaruk Yaylası kaya resimlerinin sekiz bin yıl önce çizilmeye   başlandığını söylüyor.
 ***
 Kaya resimlerini hep birlikte  değerlendirmek için kitaplardaki  resimlere bakmak yetmiyor, onlara  dokunmak, anıt mezardaki havayı  ciğerlere çekmek gerekiyor ki Servet  Somuncuoğlu, bu alanların 64′ünü  gören tek kişi unvanına sahip oldu.  Asyada 250′den fazla kaya resmi  alanı var. Bunların 30 tanesi  Anadoluda.
 Bugüne kadar her uzman başka bir alanda çalıştığı için  bütünüyle  değerlendirme imkânına sahip olamadı. Bundan sonra arkeolog,  etnolog,  tarihçi, dilci ve gazetecilerden ekip oluşturarak bu  araştırmaları  sürdürmek gerekiyor.
 Bütün motiflerde Gök kültü var.  Gobi çölündeki motiflerde ay yıldız  var. Yine hayat ağacı ve elinde  kadeh tutan kadın veya erkek motifleri  her alanda var. Hayat ağacı,  geyik boynuzu ile temsil ediliyor. Zaten  bütün alanlarda ağırlıklı  olarak en çok geyik ve keçi resimleri var.
 Hiçbir kaya resmi alanında Tanrı resmedilmemiş. Kök Tengri inancının çok eski bir temeli olduğu anlaşılıyor.
 ***
 Somuncuoğlu, araştırmaların inanç, bilgi ve kültür temelinde   sürdürülmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu alanlar ibadet alanları!   Yazıya bu kaya resimlerinden sonra tamgalarla geçiliyor. Tamgalar   alfabeye dönüşüyor. Eski Türk alfabesinin 28 harfi kaya resimleri   alanında açıkça görülüyor. Servet Somuncuoğlu, artık eski Türk   tamgalarını ve harflerini ezberlemiş durumda, 64 kaya resmi alanında   Türkçe yazı dışında hiçbir yazıya rastlamadık diyor.
 Kameraman  Tamer Bolu ise Kaya resimleri alanında bir Kırgız öğretmen  ve  öğrencilerini gördük. Öğretmen, öğrencilerine ata babalarımıza  saygılı  olalım dedi. Anladık ki anıt mezar saygısı bugün de devam  ediyor diye  bilgi verdi.
 Karlı dağların ardındaki sır çözülmesine çözülmüştü  ama Servet  Somuncuoğlu bunları yeterli görmüyordu. Dünya bilim  literatürüne Orta  Asyada 10 bin kaya üzerindeki 100 bin resmi  kazandırmak ona yetemezdi.  Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan,  Azerbaycan ve Türkiyede  138 gün çalışmış, sadece çekimler
 93 gün  sürmüştü. Saymalıtaşa TRT ekibinden önce, dünyada başka hiçbir   televizyon ekibi gitmemiş ve kaya resimlerini görüntülememişti.   Araştırma devam edecekti.
 Servet Somuncuoğlu ve arkadaşlarının  araştırması sadece belgesel film  yapılmakla kalmayacak. Türk Tarih  Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf  Halaçoğlu, Somuncuoğlunun çektiği  resimleri de albüm niteliğinde üç  kitap olarak basmaya karar verdi.